Mahpus, Kayıp Zamanın İzinde serisinin beşinci kitabı, aynı zamanda seride yazarın ölümünden sonra basılan ilk kitap. Yani bundan sonraki "Albertine Kayıp" ve "Yakalanan Zaman" da bu kitap gibi, Proust'un basılmadan önce gözden geçiremediği metinler olarak basılmış. Bu ek bilgi dışında Sodom ve Gomorra gibi bu kitabın da ilk üç kitaba göre daha akıcı ve rahat okunabilir olduğunu da söyleyebilirim.
Konusuna gelirsek bu kitap, anlatıcımızın bir önceki kitapta Paris'e getirdiği Albertine'i evine kapatıp, herkesten gizlemeye çalışarak yaşadığı dönem anlatılıyor. Bu dönem Albertine'in çok sınırlı şekilde ve sürekli birilerinin gözetiminde dışarı çıkabildiği, evde olduğu zamanlarda da diğer insanlardan gizlendiği, ama buna rağmen anlatıcı tarafından anormal denebilecek derecede kıskanıldığı bir dönem.
Yazarın anlattığı hissiyat ise oldukça kafa karıştırıcı.
Sevgi genel olarak karmaşık bir kavram, her ilişkinin kendi içinde bazı zorlukları ve farklı dinamikleri vardır mutlaka, ama Proust'un anlatımında sevgi ve nefret, tutku ve bıkkınlık o kadar iç içe ki, bende oldukça sağlıksız bir intiba bıraktı.
Tüm bu duygular içinde en yoğunu ise kıskançlık ve yazar kıskançlığı inanılmaz detaylı anlatmış, tüm inişleri çıkışları ve gelgitleri ile. Ama ilginç olan bu kıskançlığı sık sık takip eden sevgiliden bıkkınlık ve yalnızlığa özlem duygusu.
Deli gibi kıskanılan ve kısıtlanan biri için "hiç tatmadığım hayatı, dünyayı elimden kaçırdığım, bana artık hiçbir yenilik sunmayan bir kadınla değiş tokuş ettiğim kanısındaydım" gibi bir cümle kurulabilmesi, çelişkiyi biraz olsun anlatır sanırım.
Bu yaman çelişkiyi bir kenara koyup tekrar kıskançlığa dönersek, anlatıcımızın neredeyse paranoyak şekilde sürekli takip etmeye ve denetim altında tutmaya çalıştığı, kaybetmekten ya da paylaşmaktan delice korktuğu Albertine üzerinde kurmak istediği bir hakimiyet mi sadece, yoksa güvensizlik mi, bu güvensizlik Albertine'e mi, yoksa anlatıcının özgüven eksikliği mi anlamak zor.
Sebebi her ne olursa olsun anlatıcıya hayatı çokça zehir eden bu kıskançlık, Albertine ile birlikteyken duyulan mutluluk ve huzurla sekteye uğrayıp anlatıcının konuyla ilgili bir aksiyon almasını imkansız hale getiriyor.
Kitaptaki diğer bir güçlü duygu ise endişe. Ama bu endişe her zaman sevilen kadına duyulan kıskançlık ile bağlantılı değil, direkt anlatıcının kendi hayatı ile ilgili bir endişe.
Endişenin nedeni de Albertine ile paylaşılan sevgi ve hayat karşılığında anlatıcının "özgürlüğünden, yalnızlığından ve sık sık daldığı derin düşüncelerinden" vazgeçmek zorunda kaldığını düşünmesi.
Endişe ve kıskançlığın bir nedeninin de yenilgi korkusu olduğunu da düşündüren cümleler var kitapta : "Tensel aşk onca rakip üzerinde bir üstünlük sağlamış olmanın hazzı demekti benim için" gibi.
"Çoğunlukla, aşkın nesnesinin bir beden olabilmesi için, o bedenin, bir heyecanı, onu kaybetme korkusunu, tekrar bulmanın belirsizliğini içinde barındırması gerekir." cümlesi belki de anlatıcının kafasındaki aşkın zaten aslında sakin ve huzurlu bir kavram olmadığını anlatıyor olabilir. Bu da anlatıcının karmaşık duygu durumunun açıklaması olabilir.
Bir de anlatıcının Albertine'i mi (veya herhangi başka birini) yoksa kendimi mi daha çok sevdiğini anlamak oldukça zor : "Kendimi başka bir insana vakfetmenin benim için fazlasıyla ağır bir yük olduğunu, hem de onun sürekli varlığı yüzünden kendimden kopacağımı ve yalnızlığın hazlarından temelli mahrum kalacağımı düşünürdüm."
Bu ve bunun gibi bir çok cümle anlatıcının sevgisinin öznesinin bizzat kendisi ve kafasında kurduğu dünya olduğunu düşündürüyor.
Bunlardan başka anlatıcının ciddi bir melankolik durumu da var : " Ya acı çekmekten ya da sevmekten vazgeçmem gerekiyordu. Çünkü başlangıçta arzu tarafından yaratılan aşk, daha sonra da ıstıraplı bir kaygıyla beslenebilir ancak."
Özet olarak anlatıcımızın kafası sevgi konusunda oldukça karışık diyebiliriz :) Ve tüm kitap bu uç duygular arasında savrulup duruyor.
Anlatıcının yapamadığını yapıp, bu çetrefilli hikayeye son noktayı koyan Albertine karakterini ise çözemedim.
Sabırlı mı, uysal mı, aşık mı, yoksa sadece mahpus hayatına karşılık aldığı pahalı hediyeler için mi oyuna devam ediyor anlamak zor.
Son olarak kafamda Kayıp Zamanın İzinde serisi ile özdeşleşmiş olan madlen kekler yine sahneye çıkıyor bu kitapta. İlk kitapta Madlen kekin, tadı ve kokusuyla anlatıcıyı maziye alıp götürmesi kısmını okuduğumdan beri, herhangi bir tat veya koku ile geri gelen eski anılar bana sürekli Proust'u hatırlatıyor. Tabi madlen kekin kendisi de aynı şekilde.
Bir de sürekli bu kitabı aklıma getiren bir başka şey de yazarın "ağır uykuların öncesindeki berrak bilinçsizlik hali içinde aydınlık şuur parçaları" diye de bahsettiği uyku öncesi yaşanan beynin alacakaranlık halinin tasvirleri. Mutlaka yaşamışsınızdır bu hali, ama tabi yaşamak başka anlatmak başka, hele ki böyle belirsiz ve silik anları. Sürekli anlamaya ve yakalamaya çalıştığım, ama sürekli sabun köpüğü gibi elimden kaçıp giden bu anları nasıl bu kadar iyi tasvir edebiliyor, hayran olmamak elde değil gerçekten.
"Genellikle bize benzeyen şeyden nefret ederiz, kendi kusurlarımız, başkasında gördüğümüzde çileden çıkarır bizi. Hele kusurların safça belli edildiği yaşı geçmiş ve örneğin en kritik anlarda bile buz gibi bir yüz ifadesi takınmayı alışkanlık haline getirmiş biri, kendinden daha genç veya daha saf, daha salak biri aynı kusurları sergilediğinde, iyice lanetler onu. Bazı duyarlı insanlar, kendilerinin bastırdığı gözyaşlarını bir başkasında görmeye tahammül edemezler. Ailelerde, sevgiye rağmen, hatta bazen sevgi ne kadar yoğunsa o kadar artan anlaşmazlıkların sürüp gitmesinin sebebi, bu aşırı benzerliktir."
"İnsanın sevdiğine karşı haşin ve sinsi olması son derece doğaldır. ... Başkalarına karşı ilgisizdir. İlgisizlik de kötülük etme isteği uyandırmaz."
"Bu huzur, yuva duygusundan, aile mutluluğundan doğan (ve mutluluğu kendi içimizde aramaktan bizi kurtaran) huzurdu."
Comments